Danışmanlık Talebi!
Hemen şimdi cevap vermeye hazırız! Danışmanlık almak için bize yazın.
Kişisel verilerin işlenmesine izin veriyorum ve kullanıcı sözleşmesi ile gizlilik politikasını kabul ediyorum.
Güveni Kötüye kullanma suçu Türk Ceza Kanunu’nun ikinci kitap onuncu bölümünde malvarlığına karşı suçlar kısmında düzenlenmiştir. Suç tipinin, Türk Ceza Kanunu’nun sistematiği malvarlığına karşı suçlar bölümünde yer alması ve aşağıda detaylıca açıklanacağı üzere koruduğu hukuki yarara ilişkin farklı görüşler birlikte değerlendirildiğinde ortaya çıkan sonuç açsından Mülkiyet Hakkı ile doğrudan ilişkili olduğu sonucuna ulaşmak kaçınılmazdır.
Kapitalist ekonomi modelinin hukuki bir sonucu olarak mülkiyet hakkı, çeşitli tartışmalar yaratan temellerine karşın ülkemiz normatif hukukunun en üst parçasında yer alan Anayasa ve taraf olduğumuz uluslararası sözleşmelerle garanti altına alınmıştır. Suç tipini incelemeden önce bu hususun detaylandırılması gerektiği düşüncesindeyiz.
Anayasa’nın 35. Maddesinde mülkiyet hakkına ilişkin ilgili düzenleme şu şekildedir.
XII. Mülkiyet hakkı
Madde 35 – Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.
Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.
Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.
Bununla birlikte söz konusu düzenleme taraf olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 1 nolu protokolünün 1. Maddesinde şu şekilde düzenlenmiştir.
“Madde 1 – Mülkiyetin korunması Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.
Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez” [1]
Tüm bunlara ek olarak Güveni Kötüye Kullanma Suçunun, yani TCK’nın 155. Maddesinin birinci fıkrası şu şekildedir.
“Güveni kötüye kullanma
Madde 155- (1) Başkasına ait olup da, muhafaza etmek veya belirli bir şekilde kullanmak üzere zilyedliği kendisine devredilmiş olan mal üzerinde, kendisinin veya başkasının yararına olarak, zilyedliğin devri amacı dışında tasarrufta bulunan veya bu devir olgusunu inkar eden kişi, şikayet üzerine, altı aydan iki yıla kadar hapis ve adlî para cezası ile cezalandırılır.”
İlgili suç tipi görüleceği üzere özel bir düzenleme ile TCK’nın 155. Maddesinde yer almakta ise de dayanağını AHİS ve Anayasadan almaktadır. Yukarıda bahsini geçirdiğimiz düzenlemeler ışığında söz konusu düzenlemeyi incelemenin daha sağlıklı bir sonuç veya sonucun temellerinin daha sağlıklı olmasına aracı olacağı düşüncesindeyiz.
Normatif düzenlemeler bir bütün olarak ele alındığı ve kanun sistematiği açısından bulunduğu yer olan malvarlığına karşı suçlar bölümü gözetildiğinde, ilgili hukuki düzenlemenin öncelikli olarak anayasal güvence altında bulunan mülkiyet hakkını koruduğuna şüphe yoktur.[2] Bu konuda doktrin ve Yargıtay kararlarında bir birlik olduğu gibi, madde gerekçesi de bu tezi destekler niteliktedir.
Bu hususta madde metni ve gerekçesi incelendiğinde kişinin mülkiyet hakkına konu malı devir amacı dışında tasarruf edilmesi veya bu devrin inkar edilmesinin suç sayılması doğrudan mülkiyet hakkının korunduğu tezini kuvvetlendirmektedir. Bu noktada sorulması gereken sorulardan ilki mülkiyet ile ilişkili fakat doğrudan onu temsil etmeyen zilyetliğin korunan hukuki yararlardan biri olup olmayacağına ilişkindir. Aşağıda daha detaylı değineceğimiz üzere zilyetliğin devri malik tarafından yapılabileceği gibi, malik olmayan kimse tarafından yapılabilir. Bu durumda malikin mülkiyet hakkı korunmakla birlikte malik olmayan ve fakat malı zilyetliğinde bulunduran aynı zamanda faile devreden kişinin korunan hukuki yararı sadece zilyetliktir.[3]
Korunan hukuksal değere ilişkin diğer bir tartışma konusu ise taraflar arasında kurulan sözleşmese ilişkisi içerisinde bulunan güvendir. Doktrin içerisindeki hakim görüş hukuki ilişkiye dayalı güvenin de korunduğu ileri sürülmektedir.[4] Bu noktada ceza hukukunun son seçenek olduğu bir hal olarak, eşya üzerinde tarafların arasında yer alan sözleşme ilişkisinin temelden reddini içeren, kasıtlı tasarruflar cezai yaptırım altında olduğu söylenebilir.[5] Bu tezin karşısında ise sözleşmeye dayalı hukuksal ilişkinin ceza hukukunun korunması altında alınmasının ilkesel olarak doğru olmadığı savunulmaktadır. Bu durumda sözleşmeye aykırı davranışın ağır hukuki ihlallerinin cezaya bağlanabileceğini kabul etmekle beraber medeni hukuk aracılığı ile yaptırıma bağlanmasının gerekliliği dile getirilmiştir. Korunan hukuki değerin sözleşmesel güven ilişkisi olmadığı fakat zilyetliği devreden malik veya zilyedin; mülkiyet hakkına bir saldırı olmayacağını veya zilyetliğin devam edeceğine ilişkin güven olduğu söylenmektedir.[6]
Görüşlerin ceza yargılamasının pratiğine nasıl yansıyacağı temel meselelerden biridir. Hakim görüşün suçun uygulama alanını daha geniş çerçevede ele aldığı ve dolayısıyla ceza hukukunun yaptırımlarına tabi olacak olan fiillerin sayısının artacağı açıktır. Fakat bu noktada daha dar bir kesim tarafından ortaya atılan görüşün ise ceza hukukunun yaptırımlarının son çare olarak uygulanması gerekliliğini ortaya koymakta, dolayısıyla suçun yaptırıma tabi olanını daha dar bir biçimde ele almaktadır. Son dönem yargılamalarında bilirkişi raporları ile savcılık tarafından hukuki ilişkinin mahiyetinin tespit edildiği, hukukçu olmayan ve ağırlıklı olarak serbest mali müşavirlerin tespitlerine dayanan raporların; çoğu ilişkiyi zilyetlik sıfatına bakmaksızın hukuki ilişki kapsamında tuttuğu ve dolayısıyla tartışmalı alanlarda fail lehine yorum yapıldığı gözlemlenmektedir.[7]
3.1. Fail
Fail Türk Ceza Kanunu’nun 37. Maddesinde, suçun kanuni tanımında yer alan fiili birlikte gerçekleştiren kişi veya kişiler olarak tanımlanmıştır. Burada kişi tanımı gerçek kişilere işaret etmektedir.
Suçun kanun metninden hareketle, bir malın zilyetliğinin, muhafaza edilmek veya belirli bir şekilde kullanılmak üzere kendisine devredildiği olgusal olarak kanıtlanabilen kişiler bu suçun faili olabilirler. Dikkat çekmek gerekir ki failin kim olacağının belirlenmesi sabit olgusal bir duruma dayanmış ve bu şartı taşımayan kimselerin bu suçun faili olamayacağı, mevhumun muhalifi ile ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple bu suçun fail açısından özgü suç niteliğine sahip olduğu tartışmasızdır.[8]
Bu hususu detaylandırmak, hukuki uyuşmazlığın çözümü açısından önem kazanabilmektedir. Malın tek başına maliki sahibi olanların, kendilerine karşı suçu işleyemeyeceği, başka bir değişle bu suçun hem faili hem mağduru olamayacağından, suçu işleyemeyeceği açıktır.
Fakat bu noktada sorun elbirliği ile ve paylı mülkiyet halinde malik sıfatına sahip olan birden fazla kişinin bu suçu birbirlerine karşı işleyip işleyemeyecekleri noktasında toplanmaktadır. Kanun metninin gerekçesi maliklerin bu suçu işleyemeyeceklerini açıkça belirtmiş olsa da doktrin içerisinde çeşitli tartışmalar vardır. Bunlardan en temel iki başlığı inceleyecek olursak paylı mülkiyet ve elbirliğiyle mülkiyet hakkının varlığı halinde, malik sıfatına sahip olan kişinin; diğer maliklere karşı bu suçun faili olup olamayacağına ilişkindir. Bu noktada mülkiyetin niteliğinin önemli olduğu düşünerek, çalışmanın kapsamını aşmakla birlikte kısa tanımlara yer vermenin faydalı olacağı düşüncesindeyiz.
Elbirliği ile mülkiyet hali bir hukuki ilişki sebebiyle oluşan – örneğin mirasçıların durumu- topluluk dolayısıyla mallara birlikte malik sıfatıyla sahip olmaları halidir. Paylar her ortak açısından belirli olmadığı için, tüm ortakların hakları malın tamamına yayılmış kabul edilmektedir.[9]
Paylı mülkiyet hali Medeni Kanun’un 688. Maddesinde düzenlenen bir hukuki ilişki tarifi olarak, mülkiyet üzerinde birden çok kimsenin, maddi olarak bölünmüş olmayan bir şeyin tamamına belirli paylarla malik olması hali olarak tanımlanmıştır.[10]
Doktrin içerisinde madde metnin gerekçesi temel gösterilerek paylı veya elbirliği halinde mülkiyette suçun faili olamayacağı yönündeki görüşü savunanlar bulunmaktadır.[11] Bununla birlikte ağırlıklı görüşün çeşitli yorum farklılıklarıyla aksi yönde olduğunu belirtmek gerekir.[12] Paylı mülkiyet veya elbirliği ile mülkiyetin varlığı halinde, diğer maliklerin hukuki şekil şartlarını yerine getirerek, malın zilyetliğini maliklerden birine devredilmesi mümkün görünmektedir. Bu noktada devir alan kimsenin kendi payın tespit edilebildiği hallerde, kendi payı açısından bu suçun oluşmasına yine olanak yoktur. Fakat devri gerçekleştiren diğer malikler açısından, suçun ortaya çıkabilmesi için gerekli olan zilyetliğin devri unsuru gerçekleşecek; zilyetliğe sahip olan malik açısından ise fail olabilmenin temel şartı olan zilyetliğin olgusal açıdan devri gerçekleşmiş olacağından, suçun faili olabileceğini düşünmekteyiz.[13]
Bu tartışmaların bir sonucu olarak suçun faili, kendisine malik veya yetkili temsilci tarafından zilyetliği devredilen kişidir. Zilyetlik açısından ayrıma gidilecek olursa fail ancak ve ancak feri zilyet olabilir. Bu kapsamda zilyet yardımcıları, başkası için zilyet olanların bu suçu işleyemeyecekleri sonucuna ulaşabiliriz.[14]
Uygulama içerisinde çeşitli içtihat ve doktrin ayrımlara tabi tutulan çeşitli suçlar birbirlerinde ayırt edilebilmeleri açısından taraflar arasındaki var olan hukuki ilişkide failin sıfatının da ayrı bir önemi vardır. Zilyetliğin devredildiği kişinin kamu görevi sıfatına sahip olması ve zilyetliğin devrinin failin görevi nedeniyle olması durumunda, failin fili TCK’nın 247. Maddesinde düzenlenen zimmet suçuna vücut verecektir. Fakat bu noktada kamu görevlisine yapılan zilyetlik devri eğer ki kişinin görevi ile alakalı değil ise bu noktada güveni kötüye kullanma suçunun ortaya çıkacağı açıktır. Benzer şekilde TCK’nın 289. Maddesinde düzenlenen muhafaza görevini kötüye kullanma ve Bankacılık Kanunun 160. Maddesinde düzenlenen bankacılık zimmeti failin sıfatı açısından bu suç tipinden ayrılmaktadır. Bu ayrımın ortaya konulması zilyetlik devri esnasında failin sıfatının bir etkisinin bulunup bulunulmadığı hususunun araştırılması ile ortaya çıkacaktır.
Diğer bir başlık ise tüzel kişilerin bu suçun faili olup olamayacağına ilişkindir. İradi hareket edemeyecekleri gözetildiğinde tüzel kişilerin bu suçun faili olamayacağı ve fakat tüzel kişilerin yararına bu suçun tüzel kişilerin çeşitli organlarında görev yapan kişilerce işlenebileceği ve TCK’nın 169. Maddesinde yer alan tedbirlerin uygulanmasına olanak verebileceği düşünülebilir.[15]
3.2. Mağdur
Suçun mağduru ise malın zilyetliğini faile devreden ve devir sonrasında failin hareketleri nedeniyle zarar uğrayan kişi veya kişilerdir. Malın malikinin bu suçun mağduru olabileceğine ilişkin bir şüphe yoktur. Tartışma konusunun sebebini özü itibariyle 155. Maddenin 1. Fıkrasının şikayete tabi olması ve şikayet hakkının kim tarafından kullanılacağının belirlenmesi noktasında olduğunu belirtmek gerekir. Bu noktada feri zilyet sıfatına sahip olup da faile usulüne uygun şekilde zilyetliği devreden kişinin de suçun mağduru olabileceğini kabul etmek gerekir.[16]
Fakat doktrin içerisinde bir görüş, malik sıfatına sahip olmaksızın yapılan devirler açısından, devri gerçekleştiren zilyetlik sahibinin suçun mağduru olamayacağını kabul etmekte ve dolayısıyla şikayet hakkının bulunmadığını öngörmektedir.[17] Bu görüşe katılmak mümkün görünmemektedir. Madde metni malik olma şartını aramadığı gibi, korunan hukuki değer ile söz konusu yorum çelişmektedir.
Güveni Kötüye Kullanma suçunun konusu başkasına ait olan ve muhafaza etmek veya belirli bir şekilde kullanılmak amacıyla zilyetliği faile devredilmiş olan maldır. Bu noktada malın faili açısından zilyetliğin devri olgusunun varlığı ve zilyetliği devredilen şeyin mal sıfatı altında incelenebilir olması gerekmektedir.
Suçun konusuna açıklık getirebilmek amacıyla mal kelimesinin sınırlarını; daha açık bir ifade ile nelerin mal kavramı içerisinde değerlendirilebileceğinin tespiti gereklidir. Mal ve eşya ayrımının 765 sayılı TCK sonrasında yapılan yeni düzenleme ile farklı olarak düzenlenmesinin bir anlam taşıdığını düşünmekteyiz. Mal maddi bir bütünlüğe sahip olmakla beraber üzerinde hakimiyet kurulması da olanaklı olan şeylerdir.[18] Fakat hukuki anlamda eşya ise bireysel hakimiyetin sağlanabildiği, iktisadi bir değer olan, kişi ve hayvanlar dışındaki cismani varlıkları kapsamaktadır.[19]
Görüleceği üzere iktisadi değer taşıma yönünden mal ve eşya arasında kesin bir ayrım bulunmaktadır. Başka bir değişle eşyanın iktisadi bir değer taşıması zorunlu iken, malın iktisadi bir değerinin olmasına gerek yoktur.[20] Bu noktada birinci fıkrada, ikinci fıkraya nazaran daha geniş bir alan kaplayan mal teriminin kullanılması bir suçun uygulanabileceği alanı genişletmiştir. Bu noktada sadece manevi değeri olan, üzerinde ölen eşi tarafından yazılmış not bulunan bir kağıdın bu suçun konusu olabileceği söylenebilir.
Mal açısından sınırlayıcı bir nitelik olarak fiziki olarak var olması aranmaktadır. Modern hukuki yaklaşım fikri ve sınai haklar bu kapsamın dışında kalmaktadır.[21] Örneğin bir markanın telif hakları mal kavramı dışında kalacaktır.
Egemenlik kurulabilmesi ise diğer bir unsuru ifade etmektedir. Havada bulunan oksijen üzerinde egemenlik kurulamayacağından oksijenin bu suçun konusu olamayacağı açıktır. Fakat oksijenin şişelenip[22] mal niteliğine sahip hale getirilmesi ile söz konusu suçun konusu olabilecektir.
İnsanların mal niteliğine sahip olmadığına dair bir kuşku yoktur. Fakat hayvanların eşya olmadığı genel kabul içerindeyken[23], mal niteliğine sahip olabilecekleri kabul edilmektedir. Dolayısıyla bu suçun konusu hayvanlar olabilmektedir.[24]
Diğer bir husus ise paranın bu suçun konusu olup olamayacağıdır. Doktrin içerisinde paranın devri ile birlikte, devredilen tarafın mülkiyetine geçtiği gerekçesiyle bu suçun konusu olamayacağı yönünde iddialar bulunmaktadır.[25] Bununla birlikte karışma tezine dayanan bu görüş sadece ve sadece paranın ayırt edilebilecek bir durumda, örneğin bir zarf içerisinde teslimi halinde bu suçun konusu olabileceğini savunmaktadır.[26] Bu yorum zarar tehlikesinin doğup doğmadığı yönünden de bir değerlendirmeye tabi tutulmaktadır. Buna ek olarak failin zilyetliği devreden kimse tarafından iadesini istediği anda gerçekleştirmesi halinde suçun oluşmayacağı aksi halde ise suçun oluşacağı savunulmaktadır.[27]
Doktrindeki ağırlıklı görüş paranın bu suçu oluşturabileceği yönündedir. [28] Bununla birlikte Yargıtay çeşitli kararlarında bu suçun konusunun para olabileceğini kabul etmiştir.[29] görüşe göre para somut durumun şartları içerisinde değerlendirilerek güveni kötüye kullanma suçunun konusu olabilecektir.
Bütünleyici parça[30] açısından konunun değerlendirmeye alınması da gerekmektedir. Türk Medeni Kanun’un 684. Maddesi uyarınca asıl eşyanın unsuru olan, o şey değişmeksizin, yok edilmeksizin, zarar uğratılmaksızın veya yapısı değiştirilmeksizin asıl eşyadan ayrılması mümkün olmayan şeyler açısından bu suçun bağımsız olarak oluşması mümkün görünmemektedir. Fakat bu şeyler asıl eşyadan yukarıda bahsettiğimiz seçimlik durumlar oluşmaksızın ayrılabilir durumdaysa, bütünleyici parça açısından bu suçun oluşabileceği kabul edilmelidir.[31] Buradaki temel önerme malın bütünleyici parçasının malla birlikte devredilmesinin zorunlu olduğu hallerde, bu malın ayrılıp bağımsız bir nitelik kazanıp kazanmaması yönündeki değerlendirilmelidir.
Eklentiler asıl eşya ile birleşse dahi bağımsız niteliklerini korudukları, bu bağımsız niteliklerini korumaları sebebiyle asıl eşyadan bağımsız olarak bu suçun konusunu oluşturabileceklerdir.[32]
Kural olarak malikin bu suçu kendi malına karşı işleyemeyeceği hususuna yukarıda değinmiştik. Başka bir değişle bu suç başkasına ait olan mal üzerinde işlenebilir.[33] Buradan hareketle Güveni Kötüye Kullanma suçunun oluşabilmesi için başkasına ait bir malın muhafaza etmek veya belirli şekilde kullanmak üzere zilyetliğin faile rızaya dayalı olarak devredilmiş olması gerekir.[34]
Görüleceği üzere kanun metni bir önceki dönemde yürürlükte olan 765 sayılı TCK’da yer alan tevdii ve teslim ifadeleri yerine zilyetliğin devrini aramaktadır. Bu durum ise suçun uygulama alanını genişletmiştir.[35] Doktrin içerisinde farklı kanunlarda yer alan iki kullanım şeklinin de aynı niteliğe sahip olduğu düşüncesinde olanlar bulunmaktadır.[36]
İki görüş açısından da zilyetlik devrinin kişinin özgür iradesine dayanarak gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Nitekim diğer mali suçlardan ayıran en önemli özelliklerden biri de budur. Örneğin zilyetliğin devri hile ile gerçekleştiği hallerde dolandırıcılık, malik veya zilyedin rızası olmaksızın malın zilyetliğinin ele geçirilmesi hırsızlık suçuna vücut verecektir.
Zilyetlik devrinin zımni veya sarih olarak yapılmasının da bir önemi yoktur.[37] Nitekim Yargıtay bir kararında kamyon anahtarının rızaya bağlı devri neticesinde, failin anahtarı muhafaza etmek yerine alıp kullanması ve neticesinde kaza yapması halini güveni kötüye kullanma suçu kapsamında değerlendirmiştir.[38]
Kural olarak taraflar arasındaki sözleşmesel ilişkinin kurulması ve zilyetliğin devrinin aynı anda kurulması da şart değildir. Tarafların zilyetliğin devrini sözleşme ilişkisinden önce veya sonra gerçekleştirebilmesi kural olarak mümkündür.[39] Bu durumda da kişinin örneğin muhafaza etmek amacıyla aldığı malı kullanması halinde güveni kötüye kullanma suçunun oluşabilmesi mümkündür.
Zilyetlik kavramı TMK’nın 973. Maddesinde bir şey üzerinde fiili hakimiyet olarak tanımlanmıştır. Malik sıfatına sahip kişinin fiili hakimiyetinin altında bulunmaya devam eden mallar açısından bu suçun oluşmayacağını kural olarak kabul etmek gerekir. Çünkü kanunun suçun oluşması olarak bir ön koşul olarak gördüğü zilyetliğin devrinin gerçekleştiğini kabul etmek mümkün görünmemektedir.[40] Aynı şekilde tek başına malın fiili hâkimiyetinin devri de zilyetliğin devri olarak nitelendirilemeyecektir.[41] Örneğin Yargıtay kişinin telefon ile kısa süreli konuşmak amacıyla malikten telefonu alması ve sonrasında iade etmemesini bu suç kapsamında değerlendirmemektedir.[42] Başka bir örnek mal üzerindeki hakimiyetin zilyet adına sürdürüldüğü hallerdir. Bu durumda zilyet yardımcılığının varlığından bahsedebiliriz. Zilyet yardımcısı sıfatına sahip olan kişilere yapılan devirler sonucunda, zilyetliğin devri olgusunun gerçekleştiğini kabul etmek mümkün değildir. Dolayısıyla bu noktada işçiler ve hizmetçiler gibi zilyet yardımcılarına yapılan devirlerde bu suçun oluşabileceğini kabul etmek mümkün görünmemektedir.[43]
Zilyetliğin devrine konuş sözleşmenin geçerli olup olmaması ise ayrı bir gündemdir. Doktrin içerisinde kimi yazarlar, sözleşmenin geçerli bir sözleşme olması gerektiğini savunmaktadır.[44] Fakat kanaatimizce zilyetliğin rızaya dayalı devri olgusunun ve devri amacının kanıtlanması durumunda suçun oluşacağı gözetilmelidir.[45] Nitekim Yargıtay da zilyetlik devrinin geçerli bir hukuki sözleşmeye dayanması zorunlu olmadığını tespit etmiştir.[46] Çoğu zaman bu devir bir sözleşmeye dayansa da Yargıtay’ın yerleşik uygulamasının bu hususta geçerli bir sözleşme aramadığını, olgusal olarak zilyetliğin devrinin gerçekleşmesi ve aynı zaman da devir amacının tespit edilebilmesi ile ilgilenmektedir. Bu noktada sözleşmenin özel hukuk ilişkisi açısından iptali, butlanı, yok hükmünde sayılması gibi hallerde dahi bu suç tipi oluşabilecektir.[47]
Maddenin tek başına lafzi yorumuyla birlikte bulundurulması, satılması, temin edilmesi gibi birtakım konuların hukuka aykırı olan ve cismani olarak var olan mallar açısından konu tartışmalıdır. Bir kısım yazarların örneğin uyuşturucu gibi bir maddenin güveni kötüye kullanma suçunun konusu olabileceğini savunmaktadırlar.[48] Fakat bu tarz durumlarda her ne kadar söz konusu maddenin mal niteliğine sahip olduğunu kabul etmek gerekse de mülkiyetine sahip olmanın hukuk düzeninde yeri olmadığı hatta ve hatta bu maddeye sahip olmak suç olarak düzenlenmiştir.[49] Dolayısıyla hukuk düzeni bir bütün olarak bu maddeler üzerinde mülkiyet hakkını veya zilyetliğin kendisini korumamaktadır. Ortada korunan bir hukuki değer söz edilemeyeceği için suçun oluşmayacağını düşünmekteyiz.[50]
Faile devrin malik veya feri zilyet tarafından yapıldığı hallerle birlikte istisnai olarak, faile mal resmi bir organ tarafından muhafaza etmesi suretiyle resmi olarak teslim edilebilir. Bu durumda güveni kötüye kullanma suçu değil TCK’nın 289. Maddesinde düzenlenen muhafaza görevini kötüye kullanma suçu oluşacaktır.[51]
Bununla beraber araç kiralama örneği en sık karşılaşılan örneklerden bir diğeridir. Aracın kiralanması ve akabinde sözleşme sona ermesinde teslimin yapılmaması veya bu aracın kiralandığının inkar edilmesi güveni kötüye kullanma sonucunu oluşturacaktır. Fakat bu araç kiralama işlemi, sahte kimlikle yapılırsa bu noktada ancak ve ancak dolandırıcılık suçundan bahsedebiliriz.
Değinmek istediğimiz son husus ise zilyetliğin devri için geçerli bir rızanın bulunmasının gerekliliğidir.[52] Rıza hile ile sakatlanmamış olmalıdır.
765 sayılı TCK döneminde güveni kötüye kullanma suçunun hareket unsuru tahdidi olarak sayılmıştı. Satma, rehnetme ve istihlak etme yahut ketim veya inkar etme veyahut tahvil ve tağyir etme olarak sayılan hallerde bu suçun oluşabileceği hüküm ile düzenlenmişti. Fakat yeni düzenleme zilyetliğin devir amacı dışında tasarrufta bulunma veya zilyetliğin devir olgusunu inkar etmek olarak düzenlenmiştir. Bu düzenleme açısından bakıldığından, suçun kapsamı genişlemiş ve uygulama alanı artmıştır. Bu düzenleme de var olan gelişmenin olumlu olduğu yönünde görüşler bulunmaktadır.[53]
Bu noktada özetle zilyetliğin devri amacı dışında kullanılması veya zilyetliğin devir olgusunun inkarı olmak üzere seçimlik hareketli olarak düzenlenmiştir.[54] Fail bu seçimlik fiillerin herhangi birini gerçekleştirerek bu suçu işleyebilecektir.
Bu noktada kanun metnin ilk olarak saydığı hal mal üzerinde devir amacı dışında tasarrufta bulunmasıdır. Tasarrufta bulunma halinden ise o mal üzerinde malik olmanın verdiği bazı yetkilerin kullanılmasıdır.[55]
Bu noktada devir amacının tespit edilmesi önem kazanmaktadır. Fail ve zilyetliği devreden kişi arasında bir sözleşmenin bulunması halinde bu sözleşmenin hükümleri doğrultusunda devir amacı tespit edilmelidir.[56] Fakat bu noktada ceza muhakemesinin amacı noktasında bir soru işareti oluşturmaktadır. Sözleşme taraflar arasındaki hukuki ilişki şekli anlamda tespit etmeye yarayacağına bir kuşku yoktur. Fakat maddi gerçek ile taraflar arasındaki sözleşmenin hükümleri arasında çelişmenin olduğu hallerde, ispat edilebilirliği oranında maddi gerçeğin dikkate alınması gerektiğini düşünmekteyiz.
İkinci husus ise devir olgusunun inkarıdır. Bu noktada failin taraflar arasında gerçekleşen sözleşmenin varlığını inkar etmesi, devir olgusunun hiç gerçekleşmediği, eşyanın kendisine teslim edilmediği gibi iddiaları ile ortaya çıkacaktır.[57]
Doktrin içerisinde hakim olan görüş, makul sürenin geçmesine rağmen malın iade edilmesinden kaçınılması halinde ilgili maddenin kapsamına gireceği ve failin cezalandırılması gerektiği yönündedir.[58] Fakat azınlıkta kalan görüş ise söz konusu eylemin özel hukuk kapsamında kaldığı, “ultima ratio” ilkesi ile bağdaşmadığı gerekçesi ile bu maddenin kapsamında değerlendirilmemesi gerektiğini savunmaktadır.[59] Uygulamada ise Yargıtay söz konusu eylemi suç kapsamında değerlendirmektedir.[60]
Diğer bir tartışma ise, devrin yapıldığı kişinin devredilen malın kendisine ait olduğu yönünde iddiada bulunması hali olarak ortaya çıkmaktadır. Bu noktada yerleşik uygulamanın bu eylemi suç olarak nitelendirmektedir.[61] Malı sahiplenerek kaçınma halinde ise zilyetliğin devrinin inkar olgusunun gerçekleşmediği tezi ile bu uygulamanın aksi yönünde görüş doktrinde ortaya konmaktadır.[62] Fakat bu noktada maddi vakıaya özgü bir değerlendirmenin yapılması gerektiğini düşünmekteyiz. Sonuç itibari ile tamir amaçlı bırakılan bir telefonun tamirciden verilen tarihte alınmaya gidilmesi üzerine tamircinin telefonun hiç verilmediği yönündeki beyanı halinde bu suçun ortaya çıkacağı açıktır. Bununla beraber devrin gerçekleştiği fakat tamir amacıyla değil de satış işleminin gerçekleştiği dolayısıyla malikinin de kendisi olduğu yönünde iddiası var ise bu noktada zilyetliğin devri olgusuna ilişkin bir tartışmanın bulunduğu ve bunun taraflar arsındaki hukuki ilişkinin tespiti gerekli olduğu ve dolayısıyla ilişkinin tespitine ilişkin hukuki itilafın ortaya çıktığı iddia ortaya atılmaktadır.[63] Fakat dikkat edilmesi gereken husus ceza yargılaması içerisinde hukuki bir takım tasnifler sonrasında şekli olarak gerçeğin ortaya çıkarılması ile yetinilmeyecek, daha geniş kapsamda araştırma yapılarak maddi gerçeğe ulaşılmaya çalışılacaktır. Özetle durum hukuki ilişkinin tespiti ve bu ilişki kapsamında zilyetliğin devri olgusunu inkarı olarak kabul etmek, suç ile korunan hukuki değer ile örtüşmektedir. Nitekim bu noktada tamirci özel hukuk anlamında iade veya tazmin yükümlülüğü altına girecek ve aynı zamanda ceza hukuku anlamında cezai bir yaptırıma tabi tutulacaktır.
Zilyetliği devir amacı dışında tasarrufta bulunma veya devir olgusunun inkar etme fiillerinin gerçekleşmesi ile birlikte suç tamamlanmaktadır.
Burada ayrıca değinilmesi gereken husus faile malın birden fazla kişi tarafından birlikte devredilmesi halinde, failin tekil olarak gelen bireylere malı devretmemesi halinde suçun oluşup oluşmayacağıdır. Failin bu hareketi devir olgusunun inkarı içinde değerlendirilemez. Nitekim söz konusu olay açısından zilyetliği devreden dolayısıyla meşru zilyet veya malik olan kişilerin devredenlerin tamamı olduğu karine olarak kabul edilmesi fail açısından mümkündür. Dolayısıyla burada kast bulunmadığı gibi olası bir anlaşmazlık halinde kişinin kendisini güvence altına almak amacıyla yaptığı fiili suç olarak nitelendirmemek gerekir. [64]
Nitekim bu suç tipi serbest hareketli bir suç tipidir. Bu suç tipinin ve özellikle zilyetliğin devir olgusunun sadece ve sadece icrai hareketle işlenebileceği yönünde görüşler bulunmaktadır.[65] Fakat bu suç tipinin yerleşik uygulama ve ağırlıklı doktrin görüşü açısından da hem icrai hem ihmali davranışla işlenebileceğinin kabulü gerekmektedir.[66] Yukarıda bahsi geçen tartışmanın bir uzantısı olarak failin kiraladığı aracı başkasına verirse icrai olarak suçun işlendiği, kiralanan aracı teslim etmekten kaçınırsa ihmali davranışla işlemiş olacaktır.
Bu suçun ne zaman ortaya çıktığı başka bir değişle suçun ne zaman tamamlandığı hususu yargılama açısından önemlidir. Bu noktada failin diğer tüm unsurlarla birlikte zilyetliğin devri olgusunu inkar ettiği veya zilyetliği devri amacı dışında kullandığı anda suç tamamlanmış olacaktır. Dolayısıyla bu suç tipi sırf hareket suçudur. Taraflar açısından yarar veya zararın oluşması beklenmez. Şikayet süresi, zamanaşımı tarihi, yargılama aşamasında görevli ve yetkili mahkeme de bu hususlar gözetilerek belirlenmelidir.[67]
Güveni kötüye kullanma suçunun oluşabilmesi için genel kast yeterlidir.[68] Bu suç tipinin olası kast ile işlenmesi de mümkündür.[69] Özetle fail zilyetliğinde bulunan malın başkasına ait olduğunu, belirli bir amaç doğrultusunda kullanılmak amacıyla veya muhafaza etmek amacıyla kendisine devredildiğini bilmesi gerekir. Netice itibari ile de bu bilgilere rağmen amacı dışında tasarrufta bulunmalı veya devir olgusunu inkar etmesi gerekir. Bu noktada madde metnin de aranan kendisinin veya başkasının yararına olarak işlenmesi unsuru ayrıca incelenmelidir.
Hükümde failin “kendisinin veya başkasının yararına olarak” suçun maddi unsurunu gerçekleştirmesi, yani failin fiilini gerçekleştirdiği sırada kendisine veya bir başkasına yarar sağlama amacına sahip olması da aranmaktadır.[70] Bu yararın maddi olarak ortaya çıkması veya mağdurun zarar görmesi aranmamaktadır. Bu bir nevi suçun işlenme amacı sırasında var olması gereken saik olarak değerlendirilebilir. Bu noktada ortaya çıkan yarar veya mağdurun zararı ise maddi olmak zorunda değildir.[71] Manevi zararın oluşması da bu suçun oluşumu için yeterlidir.[72]
Doktrin içerisinde yarar sağlama amacını aramayan aksi bir görüş de bulunmaktadır. Bu görüş menfaat sağlama amacı olmasa bile madde de yer alan fiili unsuru gerçekleştiren failin cezalandırılması gerektiğini savunmaktadır.[73]
Güveni kötüye kullanma suçunun taksirle işlenebilmesi mümkün görünmemektedir.[74] TCK’nın 22. Maddesinin birinci fıkrası taksirle işlenen fiillerin açıkça belirtilen hallerde cezalandırılabileceğini ortaya koymaktadır. Bu bakımdan kanun metni gözetildiğinde, istisnai nitelikte olan taksir hükümlerinin bu suç tipinde uygulama alanı bulamayacağı açıktır.
Genel anlamda suçun hukaka aykırılık unsurunu ortadan kaldırıp, fiilin suç olarak nitelendirilmesinin önüne geçecek olan nedenler hukuka uygunluk nedenleri olarak adlandırılmaktadır.[75] Bu durumda suç tipiklik unsurlarını barındırmakta fakat fail cezalandırılmamaktadır. Suçun tipiklik unsurunu taşıyıp fakat failin hukuka uygunluk nedenleri sebebiyle cezalandırılmayacağı dört temel durumdan bahsedebiliriz.
Bunlardan ilki TCK’nın 24. Maddesinin birinci fıkrasında düzenlenen kanun hükmünün yerine getirilmesi halidir. Burada temel olarak örnek verilecek olan hal İİK 89. Maddesi uyarınca üçüncü kişideki alacakların icra dairesi kanalıyla tahsilini sağlayan maddenin uygulama alanıdır. Kiralanan aracın kiralanan firmaya değil de, 89/1 ihtarnamesi uyarınca icra dairesine teslimi halinde bu maddenin uygulama alanı bulacaktır.[76]
İkincisi TCK’nın 25. Mnaddesinin birinci fıkrasında yer alan meşru savunma halidir. Bu sç tipi özelinde söz konusu hukuka uygunluk nedeni ile karşılaşmak uygulamada çok mümkün görünmemektedir. Fakat zorlama bir örnek üzerinden ilerlersek manevi değeri bulunan deden kalma bıçağın muhafaza edilmesi amacıyla verilen kişi, kendisine yönelen bir saldırıyı orantılı bir şekilde def etmek amacıyla can havliyle bıçağı kullanırsa ve neticede bıçağın bütünlüğünün zarar görmesi halinde bu maddenin uygulama alanı bulabileceği söylenebilir.
Üçüncüsü ise TCK’nın 26. Maddesinin birinci fıkrasında düzenlenen bir hakkın kullanılması kapsamında kalması durumunda; söz konusu durum hukuka uygunluk hali yaratacaktır. Örneğin TMK’nın 950. Maddesi uyarınca kişi tarafından hapis hakkının kullanılması kapsamında ise failin fiili hukuka uygun olacak ve dolayısıyla cezalandırılmayacaktır.[77] Bu durum hukuka aykırılığı hakkın kullanılması sonucu ortadan kaldırılması durumuna bir örnektir.[78] Bu husus TCK’nın 26. Maddesinin birinci fıkrasının uygulama alanı bulmasıdır. Nitekim söz konusu husus ile uygulamada sıkça karşılaşılmaktadır.[79] Hatta somu vakıa açısından söz konusu durumun değerlendirilmeye alınmaması eksik inceleme olarak kabul edilmektedir.[80]
Son düzenleme ise TCK’nın 26. Maddesinin ikinci fıkrasında yer alan ilgilinin rızası halidir. Rıza halini iki durumda incelemekte fayda vardır. Bu noktada failin tipiklik unsuruna uyan filleri öncesi gösterilen rızada suçun oluşup oluşmayacağı hususu değerlendirilmelidir. Bu suç tipi açısından fiil gerçekleşmeden önceki rızası zilyetliğin devir amacını değiştirecek ve dolayısıyla failin eylemleri suç kapsamında değerlendirilmeyecektir.[81] Bu noktada ilgili rızayı veren kişinin bu rızayı göstermeye ehliyeti olup olmadığı her somut olayda değerlendirilmelidir. Malik tarafından bu rızanın gösterilebileceğine yönelik kuşku bulunmamaktadır.
Bununla birlikte fail tarafından tipiklik unsuruna uygun olarak gösterilen icra hareketleri sonrasında, rıza gösterme ehliyetine sahip kişi tarafından gösterilen rızanın fiili hukuka uygun hale getirip getirmeyeceği diğer bir sorundur. Bu noktada fail tipiklik unsuruna uyan filleri gerçekleştirmiş ve süreç sona ermiştir. Dolayısıyla suçun oluştuğu yönünden bir tereddüt bulunmamaktadır. Fakat TCK’nın 159. Maddesinin birinci fıkrasının soruşturma aşamasının şikayete bağlı olduğu düşünülürse, failin cezalandırılmasının önüne geçebilecek fiili bir durum oluşmaktadır.[82]
Bu aşamaya kadar suçun tipiklik ve hukuka aykırılık unsurları üzerinde durmuş olduk. Fakat bazı özel hallerin izahı suçu işleyen kişinin cezalandırılması veya cezanın miktarının değişmesi yönünde etkili olabilmektedir. Dolayısıyla bu suç tipi yönünden iştirak, içtima ve teşebbüs kurumlarının incelenmesi bir zorunluluk olarak görünmektedir.
Suçun fail yönünden özgü suç niteliğine sahip olduğunu yukarıda detaylıca aktarmıştık. Özetle fail ancak ve ancak belirli bir şekilde kullanmak veya muhafaza etmek amacıyla malın zilyetliği kendisine devredilmiş kişi olabilir. Bunun dışında suçun işlenişe dahil olan kişiler ancak azmettiren veya yardım eden sıfatlarına sahip olabilirler.[83]
Bu noktada doktrin içerisinde failden malı devralan kişinin cezai sorumluluğu ve onun sıfatının suç tipi açısından ne olacağına ilişkin tartışmalar bulunmaktadır. Bir görüş malı devralan kişinin iştirak eden sıfatıyla cezalandırılması gerektiğini savunmaktadır. Diğer bir görüş ise bu kişilerin TCK’nın 165. Maddesinde yer alan suç eşyasını satın alma suçunu işlediklerini savunmaktadır.[84] Suç eşyası niteliğine ancak ve ancak devir ile sahip olacak mal açısından bu hususu savunmak mümkün görünmemektedir. Bu kişi yardım eden olarak cezalandırılmalıdır.[85]
Bu suç tipi, aynı suçu işleme kararının icrası kapsamında kalmak şartıyla, bir mağdura birden fazla kez işlenmesi halinde zincirleme suç hükümleri uygulama alanı bulacaktır.[86] Fakat değişik kişilere karşı gerçekleştirilen, suçun tipiklik unsurlarını taşıyan eylemler neticesinde mağdur sayısı kadar suçun oluştuğu kabul edilmelidir.[87] Tek hukuki ilişki içerisinde aynı eylemle birden fazla mağdura karşı suçun işlenmesi halinde yine zincirleme suç hükümleri uygulanır.
Fail aynı olay içerisinde mal yönünden zilyetliğin devir amacına aykırı tasarrufta bulunup, zilyetlik devir olgusunu inkar ederse yine tek suçun oluşacağını kabul etmek gerekir.[88]
Güveni kötüye kullanma suçu sırf hareket suçu olarak nitelendirilmektedir. Suçun oluşması için zararın ortaya çıkmasına gerek yoktur.[89] Bu sebepledir ki icra hareketlerinin bölünebilirliği hayatın olağan akışında karşılaşılması zordur. Güveni kötüye kullanma suçu açısından teşebbüsün ancak icra hareketlerinin bölünebildiği maddi vakıalar açısından mümkündür.
Bu noktada failin icra hareketlerine başladığı ve fakat mağdurun bunu fark ederek, icra hareketlerinin kesilmesini sağladığı hallerde teşebbüs eden olarak failin cezalandırılması gerekmektedir. Nitekim Yargıtay da teşebbüsün olanaklı olduğunu düşünmektedir.[90]
Türk Ceza Kanunu’nun 167. maddesinin ilk fıkrası şahsi cezasızlık nedenleri düzenlenmiştir. Hüküm uyarınca bu suçun; haklarında ayrılık kararı verilmemiş eşlerden birinin, üstsoy veya altsoyunun veya bu derecede kayın hısımlarından birinin veya evlat edinen veya evlatlığın ya da aynı konutta beraber yaşayan kardeşlerden birinin zararına olarak işlenmesi halinde, ilgili kişi hakkında cezaya hükmolunmaz.
İlgili maddenin 2. Fıkrası ise cezayı azaltan halleri düzenlemektedir. Hüküm uyarınca suçun haklarında ayrılık kararı verilmiş olan eşlerden birinin, aynı konutta beraber yaşamayan kardeşlerden birinin, aynı konutta beraber yaşamakta olan amca, dayı, hala, teyze, yeğen veya ikinci derecede kayın hısımlarının zararına olarak işlenmesi halinde ceza yarı oranında indirilir. Bu noktada bu kişiler açısından yürütülecek kovuşturma ve soruşturma şikayete tabidir.
Türk Ceza Kanun’unun 168. Maddesi ise güveni kötüye kullanma suçunu da içerisine alacak şekilde etkin pişmanlık hükümleri düzenlemiştir. Etkin pişmanlık hükümlerinin uygulaması yönünden ikili bir ayrıma gitmek gerekir. İlki güveni kötüye kullanma suçu tüm unsurları ile tamamlandıktan sonra fakat bu suç ile ilgili kovuşturma aşamasından önceki aşamada söz konusudur. Bizzat pişmanlık göstererek mağdurun uğradığı zararı aynen geri iade veya tazmin suretiyle giderilmesi durumunda TCK’nın 168. Maddesinin 1. Fıkrası uygulama alanı bulacaktır. Bu durumda failin suçtan sorumluluğu devam edecek fakat verilecek ceza üçte iki oranında azaltılacaktır.
İkinci halde ise kovuşturma aşaması başladıktan sonra ve fakat hüküm verilmeden önce bizzat pişmanlık göstererek mağdurun zararını aynen geri iade veya tazmin suretiyle giderilmesi halinde TCK’nın 168. Maddesinin 2. Fıkrası uygulama alanı bulacaktır. Bu durumda verilecek ceza yarısı oranında indirilecektir. Failin cezai sorumluluğu devam etmektedir.
Yazımız kapsamında güveni kötüye kullanma suçunun basit halini incelememiz sebebiyle sadece ona ilişkin olan yaptırım ve yargılama usulü hakkında bilgi vereceğiz. Bu kapsamda maddenin ikinci maddesinde düzenlenen nitelikleri halleri dışında bırakacağız.
TCK’nın 155. Maddesinin 1. Fıkrasında düzenlenen hali açısından cezai yaptırım altı aydan iki yıla kadar hapis ve adli para cezası olarak düzenlenmiştir. Mahkeme söz konusu cezanın miktarı ve türünü belirlerken TCK. 61. Maddesini dikkate alacaktır. Bir başka değişle suçun işleniş biçimini, suçun işlenmesinde kullanılan araçları, suçun işlendiği zaman ve yeri, suçun konusunun önem ve değerini, meydana gelen zarar veya tehlikenin ağırlığını, failin kast veya taksire dayalı kusurunun ağırlığını, failin güttüğü amaç ve saiki dikkate alarak alt ve üst sınırı arasında kalmak şartıyla ceza miktarı belirlenecektir. Failin bir yıl veya daha kısa süreli bir hapis cezası alması halinde seçenek yaptırımlar uygulanabilir.
Adli para cezası açısından ise TCK’nın 52. Maddesi uyarınca alt sınırı beş gün üst sınırın ise 730 gün olarak tespiti gereklidir. Madde içerisinde alt sınır veya üst sınır belirtilmediği için bu genel hüküm uygulama alanı bulacaktır.
Yine bu yargılama neticesinde menfaat sağlanan tüzel kişiler hakkında, TCK’nın 169. Maddesinde düzenlenen tüzel kişilere özgü güvenlik tedbirlerinin uygulanması mümkündür. Buıradan hareketle ilgili kurum hakkında TCK’nın 54, 55, 60. Maddelerinin uygulama alanı bulması mümkündür. Söz konusu tedbirlerin hangisinin uygulanacağı her somut vakıada tartışılmalı ve orantılı bir şekilde takdir edilmelidir.
Bu suçun ilk madde düzenlenen hali kanun metninde de açıkça belirtildiği üzere şikâyete tabidir. Burada şikâyet yetkisi mağdurda yani malik veya meşru zilyettedir.
Görevli mahkeme açısından yapılacak incelemede 5235 sayılı kanun 10. Ve 12. Maddelerinde sayılmayan hallerden olan ve dolayısıyla asliye ceza mahkemesinin görev alanında kalan suçlardan olduğunun tespiti gereklidir. Sonuç itibariyle görevli mahkeme Asliye Ceza Mahkemeleri’dir.
CMK’nın 12. Maddesinin birinci fıkrası uyarınca yetkili mahkemenin tespiti yapılacaktır. Güveni kötüye kullanma suçunun kural olarak sırf hareket suçu olduğuna değinmiştik. Suçun işlendiği yer kanunda yer alan tipik fiillerin işlendiği yerdir. Neticesi itibari ile de görevi kötüye kullanma suçunun yargılaması, failin zilyetliği devri amacı dışında tasarrufta bulunduğu veya devir olgusunu inkar ettiği yer Asliye Ceza Mahkemesi’nde yapılacaktır.
Kitap ve Makale
Kararlar
[1] Protokol No.1, 20.03 1952 tarihinde Paris’te kabul edilmiş, 18.05.1954 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye Protokol’ü AİHS ile birlikte 10.03.1954 tarih ve 6366 sayılı kanun ile onaylamıştır.
[2] SOYASLAN Doğan, Ceza Hukuku Özel Hükümler, 9. Baskı, Yetkin Yayınevi, Ankara, 2012, s.435. KOCA Mahmut/ ÜZÜLMEZ İlhan, Türk Ceza Hukuku Özel Hükümler, 4. Baskı, Adalet Yayınevi, Ankara, 2017, s.629., ATALAN, Mustafa, Dolandırıcılık, Sahtecilik ve Güveni Kötüye Kullanma Suçları Şerhi, 2. Baskı, Adalet Yayınevi, Ankara, 2020, s.744. ARTUÇ, Mustafa, Malvarlığına Karşı Suçlar, 3. Baskı, Adalet Yayınevi, Ankara, 2018, s. 715. ÖZBEK, Veli Özer vd., Türk Ceza Hukuku özel Hükümler, 14. Baskı, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2019, s. 696. ELMALICA, Hasan, Öğreti ve Uygulamada Güveni Kötüye Kullanma Suçu, 1. Baskı, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2019, s.193. MERAKLI Serkan, “Güveni Kötüye Kullanma Suçu (TCK m. 155)”, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 11, Özel Sayı, 2009, s.1665., AYTEKİN İNCEOĞLU, Asuman, “Güveni Kötüye Kullanma Suçu”, Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Sayı:1,2018, s.43.
[3] MERAKLI, 2009, s.1665.
[4] KOCA/ ÜZÜLMEZ, 2017, s.629.
[5] ATALAN, 2020, s. 744.
[6] İNCEOĞLU, 2018, S.45., ARTUÇ, s.697
[7] Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Basın Suçları Bürosu, Sor. 2020/1014, K.2020/9634, T. 12.11.2020
[8] KOCA/ ÜZÜLMEZ, 2017, s.629.
[9] OĞUZMAN, Kemal, SELİÇİ Özer, OKTAY ÖZDEMİR, Saibe, Eşya Hukuku, 17. Baskı, Filiz Kitapevi, İstanbul, 2014, s. 340.
[10] OĞUZMAN vd., 2014, s. 301.
[11] KOCA/ ÜZÜLMEZ, 2017, s.630.
[12] ARTUÇ,2018, s. 700.; ATALAN, 2020, s. 747; İNCEOĞLU, 2018, s.46.; MERAKLI, 2009, s.1672.
[13] Benzer yöndeki görüşler için Bknz. ARTUÇ,2018, s. 700.; ATALAN, 2020, s. 747; AYTEKİN İNCEOĞLU, 2018, s.46.; MERAKLI, 2009, s.1672, ELMALICA, 2019,s. 113-114.
[14] Yargıtay, 15. CD., 12.03.2014, E. 2012710456 , K. 2014/4522.
[15] ELMALICA, 2019, s.111.
[16] KOCA/ ÜZÜLMEZ, 2017,s.630; MERAKLI, 2009, s.1682. ELMALICALI, 2019,s. 116-117.
[17] Zeki HAFIZOĞULLARI, Muharrem ÖZEN, Türk Ceza Hukuku Özel Hükümler Kişilere Karşı Suçlar, 6. Baskı, US-A Yayıncılık, Ankara, 2017, s. 376.
[18] MERAKLI, 2009, s.1682.
[19] OĞUZMAN vd., 2014, s. 8.
[20] MERAKLI, 2009, s.1668, 1669; SOYASLAN, 2012, s.436;
[21] OĞUZMAN vd., 2014, s.8; İNCEOĞLU, 2017, s.49; ELMALICA, 2019, s. 121.
[22] Vitality Air isimli marka tarafından söz konusu satışlar başta Çin olmak üzere çeşitli ülkelere yapılmakta ve uluslararası alışveriş sitelerinde çeşitli örneklerine rastlanmaktadır.
[23] OĞUZMAN vd., 2014, s.8.
[24] Yargıtay 15. CD:, 12.01.2016, E.2013/22373, K.2016/135.
[25] İNCEOĞLU, 2017, s. 50-51.
[26] SOYASLAN, 2012, s.436.
[27] Artuç,2018, s.704.
[28] MERAKLI, 2009, s.1669; KOCA/ ÜZÜLMEZ, 2017, s.631-632.
[29] Yargıtay 15. CD, E. 2011/ 14954, K. 2012/39630, 20.06.2012., Yargıtay 15. CD., E. 2014/3781, K. 2016/6703, 23.06.2016. Yargıtay 23. CD., E. 2015/8135, K. 2016/6011, T. 10.05.2016.
[30] Bütünleyici parça TMK’nın 684. Maddesi uyarınca, yerel âdetlere göre asıl şeyin temel unsuru olan ve o şey yok edilmedikçe, zarara uğratılmadıkça veya yapısı değiştirilmedikçe ondan ayrılmasına olanak bulunmayan parçadır.
[31] ELMALICA, 2019, s.130.
[32] ELMALICA, 2019, s.131- 132.
[33] ARTUÇ, 2018, s. 708; İNCEOĞLU, 2017, s.52-54.
[34] ARTUÇ, 2018, s. 708.
[35] ARTUÇ,2018, s.708.
[36] ELMALICA, 2019, s. 134.
[37] ELMALICA, 2019, s. 138.
[38] Yargıtay, 23. CD., E.2015/4729, K. 2015/7249, T. 26.11.2015.
[39] KOCA/ÜZÜLMEZ, 2017, s.630.
[40] MERAKLI, 2009, s.1677, 1678. İNCEOĞLU,2017, s.55.
[41] ELMALICA, 2019, s.139.
[42] Yargıtay 23. CD. E.2015/6400, K. 2015/6947, T. 18.11.2015., Yargıtay 15. CD., E. 2013/8027, K. 2015/20851, T.18.02.2015, Yargıtay 2. CD., E. 2016/4250, K. 2016/10447, T: 01.06.2016.
[43] MERAKLI, 2009, s.1677, İNCEOĞLU,2017, S.55; KOCA/ ÜZÜLMEZ, 2017, s.633
[44] KOCA/ ÜZÜLMEZ, 2017, s.633; ATALAN, 2020, s.635; ARTUÇ, 2018, s. 709.
[45] İNCEOĞLU, 2017, s. 56.
[46] Yargıtay, 11. CD., E. 2006 4479-7725 Aktrn: ARTUÇ, 2018, s. 710.
[47] İNCEOĞLU, 2017, s.56.
[48] MERAKLI, 2009, s.1680.
[49] KOCA/ ÜZÜLMEZ, 2017, s.632.
[50] İNCEOĞLU, 2017, s. 57.
[51] ARTUÇ, 2018, s. 711.
[52] İNCEOĞLU, 2017, s.56; MERAKLI, 2009, s.1673.
[53] ARTUÇ,2018, s.714
[54] KOCA/ ÜZÜLMEZ, 2017, s.636; MERAKLI, 2009, s.1685; İNCEOĞLU, 2017, S. 69.
[55] ARTUÇ, 2018, s.718; KOCA/ ÜZÜLMEZ, 2017,s.636; MERAKLI, 2009, s.1684; İNCEOĞLU, 2017, s. 60.
[56] ARTUÇ, 2018, S. 719.
[57] KOCA/ ÜZÜLMEZ, 2017, s.637; İNCEOĞLU,2017, s.65.
[58] SOYASLAN, 2012, s.438; KOCA/ ÜZÜLMEZ, 2017, s.637; MERAKLI, 2009, s.1685
[59] İNCEOĞLU, 2017,s.66.
[60] Yargıtay 15. CD, E. 2011/ 12989, K. 2012/ 36049, 02.05.2012; Yargıtay 15. CD, E. 2011/ 13665, K. 2012/ 38277, 31.05.2012.
[61] Yargıtay 15. CD, E. 2011/ 11437, K. 2012/ 7746, 13.02.2012; Yargıtay 15. CD, E. 2012/ 6864, K. 2012/ 39365, 18.06.2012.
[62] İNCEOĞLU,2017,s.66-67.
[63] İNCEOĞLU, 2017,s.67.
[64] ARTUÇ, 2018, s.720.
[65] İNCEOĞLU,207,s.59.
[66] ARTUÇ, 2018, s. 721.
[67] ARTUÇ,2018, s. 721-722.
[68] ARTUÇ, 2018,722.
[69] ÖZBEK vd. ,2019, s. 703.
[70] Yargıtay 15. CD, E. 2011/ 15476, K. 2012/ 38632, 06.06.2012; SOYASLAN, 2012, s.440.
[71] İNCEOĞLU, 2017, s.71.
[72] ARTUÇ, 2018, s.722; ÖZBEK vd., 2019, s. 703.; İNCEOĞLU, 2017, s. 70-71.
[73] MERAKLI, 2009, s.1696.
[74] ÖZBEK vd. ,2019, s.703; İNCEOĞLU, 2017, s.70; ARTUÇ, 2018, s. 722.
[75] ELMALICA,2019, s. 184.
[76] ELMALICA, 2019, s.187.
[77] ARTUÇ, 2018, s. 724-725.
[78] MERAKLI, 2009, s.1693.
[79] Yargıtay 15. CD., E. 2011/20676, K. 2013/5011, T. 19.03.2013., Yartıtay 15. CD., E. 2013/25263, K. 2016/1650, T. 16.02.2016
[80] Yargıtay, 15. CD. E. 2013/23933, K. 2016/1760, T. 17.02.2016.
[81] ELAMLICA, 2019, s. 191-192.
[82] ELMALICALI,2019, s. 192.
[83] MERAKLI, 2009, s.1702; ARTU:,2018, s.736.
[84] ATALAN,2020, s.634.
[85] İNCEOĞLU, 2017, s.81.
[86] 23. CD., E. 2015/11043 K. 2016/10922 T. 20.12.2016
[87] ARTUÇ, 2018, s.737.
[88] ARTUÇ, 2018, s. 738; KOCA/ ÜZÜLMEZ, 2017, s.642; MERAKLI, 2009,s.1699; İNCEOĞLU, 2017, s. 79.
[89] ARTUÇ, 2018, s. 736.
[90] Yargıtay, 15. CD., E.2013/27863, K. 2016/1859, T. 18.02.2016; Yargıtay 23. CD., E.2015/18062, K. 2015/4238, T. 17.09.2015.